12 Ekim 2019 Cumartesi

Bir Palyaçonun Dramı

Attığım başlıkta farketmişsinizdir özellikle Joker kelimesini kullanmadım. Çünkü bu film Joker filmi falan değil.

Joker karakteri; anarşizmin odağında, manyaklığın zirvesinde, suç işlemek onun tek eğlence kaynağı olan kaostan beslenen ve amacı asla daha iyi şartlar elde etmek ya da içinde bulunduğu sosyal statüye isyan etmek olmayan, V for Vendetta’nın V’si gibi bir felsefesi de olmayan bir karakterken bu filmdeki Joker ise bunların çok uzağında bir karakter olarak ortaya çıkarılmış.

Süper Kahramanlar dünyasının en sevdiğim anti-kahramanıdır Joker. Yaptıklarını bir mantık çerçevesinde ele alamazsınız, kaosun ta kendisidir. Ancak 2019 yapımı ismi Joker olan bu filmde çocukluktan gelen bir travmanın neticesinde çevresel faktörlerin de etkisiyle toplumdan soyutlaşmış klinik bir vaka var karşımızda.


Çizgi roman dünyasıyla hayatımıza giren Batman karakteri 90’lı yıllarda Tim Burton’ın eliyle fantastik bir şekilde çekilmiş filmlerden sonra Joel Schumacher’in başarısız birkaç denemesinin ardından sıra dışı yönetmenlerden Christopher Nolan’ın elinde son derece gerçekçi bir seriyle oldukça başarılı bir şekilde çıktı karşımıza ve çok da sevdik. Dünyamıza son derece uygun şekilde monte edilen Batman’in başarısı her başarılı filmden sonra maalesef popüler kültür malzemesi haline getirilerek iyi kötü her karaktere film çekme furyasını başlattı. Bunun son örneği de usta aktör Joaquin Phoenix’in hayat verdiği Joker filmi oldu. Bu filme Joker ismini vermelerinin tek amacı gişe kaygısı gözetmektir ki gördüğümüz kadarıyla amaca ulaşılmış durumda. 

Filmi, isminin Joker olması dışında ele alırsak Sinematografik açıdan oldukça başarılı bir dram filmi. Soundrackleri de muhteşem.  Muhtemelen, Venedik film festivalinden ödülle dönmesinin sebebi de aslında bunun bir Joker filmi olmamasıdır. 



Oyunculuk mu? Tek kelime ile efsane.
Oscar mı? Kesinlikle Oscar’lık bir performans. (Yüksek ihtimal kazanacaktır da.)
Ancak ve ancak ben filmde, Arthur Flack adında bir palyaçonun; buhran zamanları Amerikasında yaşam mücadelesi veren, yozlaşmış bir toplumda ayakta kalmak için çabalayan, şansı da pek yaver gitmeyen, çocukluğunda yaşadığı şiddet sonrası ortaya çıkan travmanın etkilerinin devam ettiği ve hayatını zorlaştırdığı, amacı bu olmasa da şartların onu bir anti-kahramana çevirdiği; başarılı şekilde anlatılmış hikayesini izledim.

Son olarak Joaquin Phoenix’in performansı Heath Ledger’ın performansından asla altta kalmasa da mesele Jokerse Heath Ledger’ın Jokeri hala benim için en iyisidir ama mesele oyunculuksa mükemmel seviyede iki performans izlemiş olan şanslı insanlardanız.

11 Ekim 2019 Cuma

Quentin Tarantino'nun Yeni Mastürbasyonu: BİR ZAMANLAR HOLLYWOOD'DA

Quentin Tarantino, kendi filmografisinin en zayıf filmi olan Hateful Eight’ten sonra ikinci ve daha büyük bir hayal kırıklığıyla çıkmış karşımıza. Çoklu hikayede Pulp Fiction (Ucuz Roman) gibi ustalık dolu bir eser vermiş olan Tarantino, yine aynı yöntemle ilerliyor ancak bu kez hikaye o kadar zayıf ki kendini ve Hollywood’u tatmin etmekten öteye gidemiyor. İzleyicinin en çok merak ettiği konu olan Sharon Tate ile alakalı sahneleri kısa tutup olay örgüsünün merkezine Leo ve Pitt’in rollerini koyunca sıkıcı bir film çıkmış ortaya. 


Filmde en beğendiğim sahne, Sharon Tate cinayetinin arkasındaki hippilerden oluşan tarikatın yaşadıkları bölgede bu tarikatla alakalı hiçbir unsura yer vermeden sahnenin çekiminde kullanılan ağır hareketler ve müzikle izleyiciye verilen gerilim sayesinde bu tarikatın varlığının hissettirilmiş olması.

Kill Bill’de Uma Thurman’a siyah çizgili sarı eşofman giydirerek saygı duruşunda bulunduğu Bruce Lee’yi bu kez yerden yere vuruyor. Kibirli, kavgacı, ukala bir karaktere bezeyip üstüne üstlük bir de dayak yedirtiyor. Peki bunu neden yapıyor Tarantino? 

 Hollywood, beyazperdeyi kendi çıkarları doğrultusunda hiç kuşkusuz en iyi kullanan sinema merkezi. Yıllarca Amerika’nın yaptığı kızılderili katliamlarını, çektikleri westernlerle manipüle edip yapılanın doğru olduğu algısı oluşturdular, hezimet yaşadıkları Vietnam’da sanki tam tersi olmuş gibi Rambo’yu, Sovyetlerle yaşadıkları soğuk savaş dönemlerinde Rock 4 gibi filmleri sürdüler piyasaya. Günümüzde ise Amerikan ekonomisini alaşağı eden Çin ekonomisi bi yerde alt edilmeliydi ve bu kutsal(!) görevi de Tarantino üstlenmiş olacak ki Çin’in dünya sinemasına kazandırdığı en önemli oyuncu olan Bruce Lee’yi pataklayarak eski usül oyunlarla Çin’e büyülü perdede üstünlük sağlamışlar. Bunu yaparken de yine en bilindik taktiklerden biri olan ilgi çeken yönetmenler ve oyuncular seçilmiş.

Oyunculuklara gelecek olursak; Tarantino, film içinde film seti kurarak Leonardo Di Caprio'nun omuzlarına ekstradan bir yük yüklemiş olsa da Leo, artık Oscarlı bir oyuncu olmanın verdiği özgüvenle rolün altından ustaca kalkmış. Brad Pitt ise filmin finalinde hareketlenen sahnelerde ben de burdayım diyor. Margot Robbie mi? Tatlı hatun :)

5 Aralık 2017 Salı

The Crow - Ölümsüz Aşk

“Bir zamanlar insanlar, birisi öldüğünde onun ruhunun bir karga tarafından ölüler ülkesine taşındığına inanırlardı. Çok kötü ölümlerin yaşandığı zamanlarda ölen kişinin ruhu korkunç bir kederi  beraberinde getirir ve huzura kavuşamazdı. Bu gibi ızdıraplı ruhların bazıları, yanlışları düzeltmesi için karga tarafından geri getirilirdi.”

Kült Bir Film, Trajik Bir Ölüm

The Crow filminin kült olmasını sağlayan en büyük etken hiç kuşkusuz, Eric karakterini canlandıran Brandon Lee’nin çekimlerin bitmesine sayılı günler kala kurusıkı olduğu düşünülen bir silaha gerçek mermi koyulması sonucu sette hayatını kaybetmesidir.

1995-96 yıllarıydı, henüz 8-9 yaşlarındaydım. Özel televizyon kanallarının çoğaldığı, Parliament Sinema Kulübü Pazar Gecesi Sineması’nın o müthiş müziğiyle başlayan ve sabırsızlıkla beklenen filmlerin dönemleri… Yine böyle zamanlardan birinde ülkemizde “Ölümsüz Aşk”, “Karga” (The Crow) isimleriyle vizyona girmiş bir film başladı. Filmin çocuk yaşta hafızama kazınmasını sağlayan en büyük etken muhtemeldir ki ilk sahnelerden birinde mezardaki toprağın hareketlenerek içinden çıkan bir adam görüntüsüydü. Korku filmi sanmıştım :)





























Cadılar Bayramı’nda, düğünlerinden önceki gece Eric Draven (Brandon Lee) isimli rock gitaristi ve nişanlısı Shelly, evlerinde bir suç şebekesi tarafından öldürülürler. Eric ölmeden önce, sevgilisinin tecavüze uğrayarak öldürüldüğüne şahit olmasıyla dayanılmaz bir acı çeker. Kendisi de vurulmuş olmasına rağmen ölümünü beklemeye tahammül edemez ve pencereden aşağıya atlayarak ölümünü hızlandırır. Bu ızdırap dolu ölümün üzerinden bir yıl geçer ve Eric’in ruhunu taşıyan karga, Eric’in intikam alıp yanlış giden düzeni değiştirebilmesi için ruhunu dünyaya geri getirir. Eric ve alacağı intikam arasında ölüm dahil artık hiçbir engel bulunmamaktadır. Eric mezarından çıkar ve yanmış olan evine döner. Artık eskisi gibi değildir. Onu getiren karga ile ruhları bağlıdır. Karganın gördüklerini görebilmektedir ve dokunduğu kişilerin yaşadıklarını hissederken, aynı zamanda dokunduğu kişilere, kendi içindeki acı dolu duyguları da hissettirebilmektedir. Evin yanmış eşyaları arasında, bir zamanlar nişanlısını şakayla korkuttuğu maskeyi görür, yüzüne maskedeki figüre benzer bir makyaj yapar ve artık intikam arzusuyla yanıp tutuşan bir anti-kahramana dönüşmüştür. Onun bu makyajı kimliğini gizlemek için değildir. Eski mutlu halini bırakıp o güzel günleri ondan çalanlardan alınacak intikam için kendisini makyajla -en çok da kendi eski güzel günlerinden- gizler. Geçmişteki Eric Draven’ın anısına bir saygıdır bu.


The Crow; James O’Barr tarafından 1989 yılında ortaya çıkarılan çizgi romanın, ciddi bir popülerlik yakalaması sonrası aynı isimle filme uyarlanır. Yönetmenliğini Mısır Tanrıları(Gods of Egypt), Ben Robot (I Robot), Kehanet (Knowing), Gizemli Şehir (Dark City) gibi filmlerden tanıdığımız Alex Proyas’ın yaptığı ve 1994 yılında vizyona giren film, anarşi ve kaosun hakim olduğu karanlık bir temaya sahiptir. Özellikle Detroit ve Michigan’da 70’li yıllarda başlayıp 80’lerin sonuna doğru zirveye ulaşan ve Cadılar Bayramı’nı kapsayan üç gün boyunca suç oranının artıp kundaklamalar yaşanması sebebiyle o günler “Şeytanın Gecesi” olarak anılmaya başlanmıştır. O’Barr da çizgi romanının karanlık temasını oluştururken bu dönemi baz alır. Hatta çizgi romandaki suç şebekesindeki karakter isimlerinin, Detroit’te duvarlara isimleri yazılmış gerçek suçlulardan aldığı söylenmektedir. Çizgi romandaki baş karakterin ismi Eric olmasına rağmen bir soyisim kullanılmamıştır. Filmde ise Eric karakterine Draven soyismi verilmiştir. Filmin senaristleri John Shirley ve David J. Schow, karaktere Draven soyismini verirken Karga isimli bir filme uygun olan The Raven (Kuzgun) kelime-ses oyunu yapmak istemiş olabilirler. Belki de Edgar Allan Poe'nun karanlık  dünyasına ve "The Raven" şiirine bir saygı duruşunda bulunmak istemişlerdir.

Gençlik ve çocukluk zamanları doksanlı yıllara rastlayan her erkek çocuk Van Damme, Bruce Lee, Sylvester Stallone, Arnold Schwarzenegger filmleriyle büyümüştür. Bunların arasında Bruce Lee’yi diğerlerinden ayıran en önemli özellik ise genç yaşta hayatını kaybetmiş olmasıdır. Ölümü birçok spekülasyonları beraberinde getirirken günümüzde bile hatrı sayılır bir kesim cinayete kurban gittiğini düşünmektedir. Bruce Lee’nin oğlu Brandon Lee de babasının izinden giderek uzakdoğu dövüş sanatlarıyla ilgilenmekte ve aktörlük yapmaktayken onu da babasınınkine benzer bir son beklemektedir ve spekülasyonlarla dolu bir ölümle sonlanır hayatı. 

The Crow filminin kült olmasını sağlayan en büyük etken hiç kuşkusuz Eric karakterini canlandıran Brandon Lee’nin çekimlerin bitmesine sayılı günler kala kurusıkı olduğu düşünülen bir silaha gerçek mermi koyulması sonucu sette hayatını kaybetmesidir. Tüm set ekibi polis sorgusuna girse de sonuç ihmalkarlık ve kaza olarak değerlendirilir ve kimse ceza almaz. Filmin çekimlerinin yarım kalması sonrası Brandon Lee’nin annesi ve nişanlısı filmin tamamlanmasını ister ve Brandon Lee’ye benzeyen Lawrance Mason’ın yüzüne görsel efektle Brandon Lee’nin yüzü yerleştirilerek film tamamlanır. Aynı teknoloji yakın zamanda Hızlı ve Öfkeli Serisinden tanıdığımız Paul Walker’ın Hızlı ve Öfkeli serisinin 7. filminin çekimleri bitmeden hayatını kaybetmesi sonrası kardeşinin yüzüne Paul Walker’ın yüzünün yerleştirilmesinde kullanılmıştı.























Film, kendinden sonra gelen birçok diziye ve filme ilham kaynağı olurken, filmdeki gotik hava ve joker benzeri makyaj ile Batman esintileri hissettirir. Maalesef ki bu benzerlik oyuncuların kaderleri ile de benzeşmektedir. Brandon Lee öldüğünde 28 yaşındadır. Aradan 14 yıl geçer ve Nolan’ın Batman üçlemesinin ikinci filmi Dark Knight’ta Joker karakterini canlandıran Heath Ledger filmin çekimlerinin ardından 28 yaşında hayatını kaybetmiştir.


Brandon Lee’nin film çekimlerinde öldüğünü bilmek ayrı bir hüzün katar filmi izlerken. Karakteri daha çok sahiplenirsiniz. İntikamı onunla birlikte alırsınız. Gitar solosu attığında onunla birlikte hüzünlenirsiniz ve acılarla dolu hayatınız da olsa şu replikle umutlanırsınız. “Yağmur her zaman yağmaz”



10 Ağustos 2014 Pazar

Frozen - Karlar Ülkesi

Disney bünyesinde yer alan şirketlerden olan Pixar'ın son yıllarda animasyon filmler üzerindeki hakimiyeti Disney'in kendi stüdyolarında çekilen animasyonlara ara vermesine yol açmıştı. Andersen Masalları'ndan biri olan Karlar Ülkesi (Frozen) bizleri konu olarak Disney'in önceki yıllarına götürüyor ve içimize kadar "sevginin gücü" mesajını hissediyoruz.

Disney'in Pixar öncesi animasyonlarında bolca rastladığımız müzikal kurgu uzun bir aradan sonra bu filmde bizleri yeniden selamlıyor. Oldukça fazla şarkı işitiyoruz ve bu durum bazen sıkıcı olabiliyor; fakat tasarımcıları sayesinde her ne kadar kullanılan tema, kar ve buz olsa da konu ve karakterler o kadar doğal ve masum ki bu durum içinizi ısıtmaya yetiyor. Hele ki karakterlerden Olaf ve Geyik Sven var ki filmin neşesini artırmaya yetiyor. 



Filmin konusuna gelirsek; Arenbelle kralı ve kraliçesinin iki kız çocuğundan büyük olanı Else doğaüstü güçlere sahiptir ve istediği zaman kar ve buz oluşturabiliyordur. Kardeşi Anna ile oynarlarken bir kaza sonucu kardeşini yaralar ve güçlerini kontrol edene kadar kendini bir odaya hapsederek çevresine zarar vermekten kaçınır. Anne ve babasının bir yolculuk esnasında
yaşamlarını yitirmeleri sonucu kraliyet ailesinde iki kız kardeşten başka kimse kalmaz ve bundan dolayı Else reşit oluncaya ülkenin kraliçesi olacaktır. 


Taç giyme töreninde uzun bir aradan sonra iki kız kardeş bir araya gelir. Else kız kardeşi Anna ile tartışma anında doğaüstü güçlerini yine kontrol edemeyince tüm ülke bu durumdan haberdar olur. Else daha fazla zarar vermemek için Aranbelle'i terk eder; fakat ülkeyi karlar altında bıraktığından ve ülkede oldukça çetin bir kış yaşanmaya başladığından haberi yoktur. Bu durumu ortadan kaldırmak için Anna kardeşinin peşine düşer ve yolda karşılaştıkları dağcı Christopher, geyiği Sven ve ablasının yaptığı kardan adam Olaf kendisine yol arkadaşı olacaktır. Kardeşlik, sevgi, güven, koruma gibi kavramları filmin başından sonuna kadar görmek mümkün. 

Karlar Ülkesi'nin yönetmenliğini "Küçük Deniz Kızı", "Neşeli Dalgalar" ve "Tarzan" gibi animasyon filmerinden hatırladığımız Chris Buck ve "Oyunbozan Ralp" animasyon filminden hatırladığımız Jeniffer Lee yapmış durumda. Orijinal seslendirme kadrosunda ise Kristen Bell, Josh Gad, Jonathan Groff, Idina Menzel gibi isimler bulunuyor.

En İyi Animasyon dalında Oscar ve Altın Küre'nin de sahibi olan Karlar Ülkesi ailecek keyifle izleyebileceğiniz ve arşivinizde bulunması gereken bir film.


Kahve Diyarı Dergisi, Nisan-Mayıs Sayısı, Sinearşiv, Sayfa 74-77, 1 Mayıs 2014

9 Mart 2014 Pazar

The Others - Diğerleri

Alfred Hitchcock'un 1960 yapımı başyapıtı Psycho (Sapık) filminde rastladığımız sürpriz final olgusu, 2000'li yıllara gelindiğinde oldukça sükse yaptı. Altıncı His (Sixth Sense), Testere (Saw), Kimlik (Identity), İhtiyar Delikanlı (Oldboy) gibi bu olguyu içinde barındıran oldukça başarılı örnekler verildi. Bu örneklerden biri de İspanyol yönetmen Alejandro Amenabar imzalı "Diğerleri (The Others)" filmiydi. Filmin Prodüksiyon sürecinde küçük sıkıntılar yaşandığı biliniyor. Başrol için düşünülen Nicole Kidman'ın ilk etapta rolü kabul etmemesi; bu durumun filmin yapımcılarından birinin Nicole Kidman'ın eski kocası Tom Cruise olmasından kaynaklandığı düşüncesini akla getirse de Kidman'a bu sorulduğunda; başta filmdeki rolün kendisi için doğru rol olduğuna inanmamasından dolayı rolü geri çevirdiğini belirtmişti. Filmdeki performansı ise rol için belki de en doğru isim olduğunu göstermiş oldu. İlk bakıldığında sıradan bir korku-gerilim filmi gibi görünse de korku ögelerinden çok çaresizliği, gerilimden çok direnişi ve inkarı barındırıyor ve sabırla ince ince işleniyor hikaye.




Filmdeki karanlığın asıl amacı korku ortamı yaratmaktan uzak. Çok nadir görülen bir hastalıktan dolayı "ışığa karşı ölümcül derecede hassas" vücutları olan çocukların; anneleri tarafından ışıktan korunmaları için sağlanmış bir karanlık söz konusu. Bu filmde görsel efektlerle ya da izleyeni yerinden sıçratan ses efektleriyle seyirciyi korkutma amacı güdülmemiş. Film seyirciyi içine öyle bir alıyor ki özellikle kurgusu sayesinde ister istemez tüyleriniz ürperiyor. Finalde ise altın vuruşla afallatıyor seyirciyi.

2. Dünya Savaşı yıllarında eşi savaşa gitmiş, ışığa karşı duyarlı iki çocuğuyla büyük bir evde yaşayan despot bir kadının evine bir gün ansızın esrarengiz üç hizmetçinin çıkagelmesiyle açılıyor film ve hizmetçilerin gelmesiyle başlıyor enteresan olaylar. Çocukların dindar bir şekilde yetiştiriliyor olması sayesinde İncil'den bilindik hikayeler dinliyoruz. Çocukların büyük olanı "Anne" bazı şeylerin farkında; ancak henüz kendisi de bu durumu anlamlandırabilmiş değil ve filmimizde sıkça duyduğumuz "davetsiz misafirler" ile tek iletişim kuran da o. Nicole Kidman'ın oyunculuk dersi niteliğindeki performansının yanı sıra filmdeki Nicolas (James Bentley) ve Anne (Alakina Mann) rolündeki çocuk oyuncuların performansları da oldukça başarılı.



Filmde küçük ipuçları ile izleyicinin sonuca ulaşmasına fırsat tanınmış. Örneğin Grace'in (Nicole Kidman); filmin başlarında karanlıktan ve bir kapının kapanmadan diğerinin açılmaması konusundan bahsederken söylediği "bu durum bazen dayanılmaz hale gelebiliyor" repliği ve bahçıvan Bay Tuttle'ın (Eric Sykes); eğer çocuklar güneşe çıkmazlarsa iyileşip iyileşmediklerini nereden bilebilirsiniz ki" repliklerinde olduğu gibi. Filmin yönetmenliği ve senaristliğinin yanı sıra müziklerinin arkasında da Oscar'lı yönetmen Alejandro Amenabar ismi bulunuyor. Amenabar'ın "Diğerleri" dışında; Aç Gözünü (Open Your Eyes), Vanilla Sky, İçimdeki Deniz (Mar Adentro) gibi başarılı filmlerle dolu bir kariyeri bulunuyor.

Filmi her izleyişinizde ayrı bir keyif alıyorsunuz. Gizemi ve gerilimi sevenlerin yanı sıra sürpriz finali olan filmlere bayılanların kesinlikle arşivinde olması gereken bir film "Diğerleri".


Kahve Diyarı Dergisi, Şubat-Mart Sayısı, Sinearşiv, Sayfa 74-77, 27 Şubat 2014

27 Aralık 2013 Cuma

Johnny Depp

Kimi hayran kitlesi vardır ki sevdiği oyununun kimse tarafından tanınmasını sevilmesini istemez, paylaşamaz çünkü kimselerle; fakat gün gelir o oyuncu öyle bir patlama yapar ki artık büyük bir hayran kitlesi, sevgi seli olmasının burukluğuyla birlikte sonuna kadar hak ettiğini düşündüğü üne kavuşmasının sevincini yaşarlar. İşte Johnny Depp de çoğu hayranı için böyle bir oyuncu.

Her ne kadar hayatı boyunca popüler dünyadan uzak kalmaya çalıştıysa da sıra dışı yeteneğinin kaçınılmaz şekilde patlama yapması 2002 yılındaki Karayip Korsanları: Siyah İnci'nin Laneti filmiyle gerçekleşti

Oynadığı her filmde bambaşka bir karaktere bürünmesi ve her zaman, "oyuncuyum diyenin" altından kolay kolay kalkamayacağı rollerin üstesinden en iyi şekilde gelebilmesi, şöhret basamaklarını her tırmanışında geriye inme çabasına rağmen sonunda hayranları onu zoraki de olsa zirveye çıkardı.

























Asıl adı John Christopher Depp Jr. olan Johnny Depp, 1963 yılının 9 Haziran günü ABD'nin Owensboro eyaletinin Kentucky şehrinde dünyaya geldi. 12 yaşında matematik öğretmenine poposunu gösterdiği için okuldan atıldı. Şimdilerde bu kendisine sorulduğunda ise cevabı; Öğretmenim o kadar şiddetli hakaret ediyordu ki, tek yapmam gerekenin arkamı dönüp pantolonumu indirmek olduğunu düşündüm" oldu.

Okuldan ayrılarak yaptığı yanlışın farkına varıp okula dönmek istediğinde ise okul müdürü ona: "Sen müzik yapmayı seviyorsun git onunla ilgilen" diyerek okula dönmesine izin vermedi. Belki de Johnny Depp'in Johnny Depp olmasını sağlayan en önemli etken bu oldu. Johnny Depp için artık tek bir hedef vardı; bir rock yıldızı olmak. Arkadaşlarıyla garaj gurubu kurdu; fakat çok geçmeden bu gurup dağıldı.

Her şey 1984 yılında ilk eşi Lorry Anne Allison'ın onu Nicholas Cage ile tanıştırmasıyla başladı. Cage, Johnny Depp'teki yeteneği görmüş olacak ki oyunculuk yapması konusunda ısrar eder fakat Depp'e göre oyunculuk para kazanmak için yapılacak bir meslektir ve o yıllarda ilk sinema filmi olan  Wes Craven yönetmenliğindeki Elm Sokağında Kabus ile beyaz perdeye adımını atar; fakat adını 21 Jump Street isimli televizyon dizisindeki polis rolüyle duyurur. Bu dizideki performansından sonra ortaya çıkan popülerlikten rahatsız olup 3. yılında diziden ayrılır.

John Waters'ın yönettiği Cry Baby (Sulugöz) filminde yine onu ikon haline getirecek, genç kızları kendine hayran bırakan aykırı bir rolle çıkar seyirci karşısına. Sonraki yıllarda oyunculuğunu önemli ölçüde etkileyecek ve yön verecek olan, bugüne kadar sekiz projede birlikte çalıştığı Tim Burton'la tanışır ve 1990 yılında bu iş birliğinin ilk filmi olan Edward Scissorhands'i (Makaseller) çekerler. Makaseller filminde ellerinin olması gereken yerde makaslar olan bir kuklanın dramını izleyiciye çok iyi bir şekilde yansıtır. Üç yıl sonra Benny and Joon filminde jest ve mimiklerine hayran bırakan  bir performans ile sessiz film yıldızlarına selam gönderir. Aynı yıl What's Eating Gilbert Grape (Gilbert'ın Hayalleri) filminde gencecik bir Leonardo DiCaprio ile -ki DiCaprio'nun performansı belki de bu güne kadar oynadığı tüm filmlerdeki en iyi performansıydı- bir kasabanın marketine tıkılıp kalmış, aşırı şişman bir annesi ve akıl sağlığı yerinde olmayan küçük kardeşi (DiCaprio) ile yaşayan ve bu yüzden ailesine bakma yükümlülüğünde olan bir karakteri canlandırır. 1994 yılında yine Tim Burton'la, hayatı boyunca başarısız filmlere imza atmış ancak asla coşkusunu yitirmeyen bir yönetmen olan Edward D. Wood Jr.'ın biyografi filmi olan Ed Wood filmini hayata geçirirler.

Depp, sadece aykırı rolleriyle değil birlikte rol aldığı usta aktörlerle de filmografisini genişletmeye devam eder. Marlon Brando ile Don Juan De Marco filminde rol alırken diğer bir usta isim Al Pacino ile de Donnie Brasco (Köstebek) filminde bir araya gelirler.

Roman Polanski'nin 9. Kapı filminde şeytanın yazdığı bir kitabın peşine düşen bir kolleksiyoneri canlandırır. 1998'de Tim Burton yönetmenliğinde çekilen Sleepy Hollow (Hayalet Süvari) filminde enteresan cinayetlerin işlendiği Sleepy Hollow kasabasına
cinayetleri çözmesi için gönderilen Ichabod Crane karakterine hayat verir. 

Yıl 2003 olur ve Johnny Depp popülaritesinin tavan yapacağı, gişe filmlerinin yapımcısı Jerry Bruckheimer'ın Karayip Korsanları: Siyah İnci'nin Laneti filminde rol alır. Çekimlerden önce Depp rolü istediği gibi bir karaktere bürümesi şartı koşar ve Rolling Stones'un gitaristi Kieth Richards'tan esinlenerek oluşturduğunu söylediği Jack Sparrow ortaya çıkar. Fakat Disney yetkilileri bu role; karakterin "gay mi yoksa sarhoş mu belli değil" gibi bir düşünceyle sıcak bakmazlar fakat filmden ilk görüntüler yayınlandığında seyirciden gelen olumlu tepkilerle çeneleri kapanır. Hele ki filmin gişede sağladığı başarı ile dillerini yutmuş dahi olabilirler. Film, Johnny Depp'in rolüyle karizmasının doruklara ulaşmasını sağlar ve bu rol Depp'e En İyi Erkek Oyuncu Oscar adaylığı getirir fakat ödülü Gizemli Nehir filmindeki performansıyla Sean Penn'e kaptırır. Seyircinin Jack Sparrow'a bayılmasından sonra film seri haline gelir. İkinci ve üçüncü film eş zamanlı çekilmeye başlar. İkinci film Karayip Korsanları: Ölü Adamın Sandığı ve üçüncü film Karayip Korsanları: Dünyanın Sonu da gişede müthiş bir başarı elde eder ve birkaç yıl sonra Orlando Bloom ve Keira Knightley'nın yokluğunda 4. film olan Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde çekilir. Johnny Depp artık bir ikondur ve popülaritesine boyun eğer. People Dergisi tarafından Yaşayan En Seksi Erkek seçilir.

Her ne kadar bir ikon haline gelse de Tim Burton'ın tekliflerini geri çevirmez ve Charlie'nin Çikolata Fabrikası, Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi, Alice Harikalar Diyarında ve Karanlık Gölgeler filmlerinde rol alır. 2005 yılındaki Charlie'nin Çikolata Fabrikası filminde küt saçları, kocaman gözlükleriyle çikolataya alerjisi olan bir çikolata fabrikası sahibini oynar. Sweeney Todd müzikaliyle yine karizmatik bir role bürünür fakat intikam almak için yanıp tutuşan bir katildir. Alice Harikalar Diyarında'da Çılgın Şapkacı'yı, Dark Shadows filmiyle de orta çağdan günümüze gelen bir vampir olan Barnabas Collins olarak karşımıza çıkar.

Karayip Korsanları: Siyah İnci'nin Laneti filmiyle ilk Oscar adaylığı alan Depp daha sonra Peter Pan'in yazarı James M. Barrie'nin Peter Pan'i yazma sürecine odaklanan film olan Düşler Ülkesi'ndeki rolüyle ve son olarak da Sweeney Todd'daki performansıyla Oscar'a aday olur fakat her defasında eli boş döner.

Depp günümüz diğer popüler aktör ve aktrisleriyle bir araya gelmekten kaçınmaz. Son Batman Christian Bale ile birlikte rol aldığı Halk Düşmanları filminde 1925'li yılların gangsteri John Dillinger rolünü üstlenir. Antonio Banderas, Salma Hayek, Eva Mendes ile Bir Zamanlar Meksika'da filminde, Angelina Jolie ile birlikte de Turist filminde rol alırlar. Sadece büründüğü karakterlere değil Ölü Gelin, Rango gibi animasyon karakterlerine de sesiyle hayat verir.

Hayatı boyunca filmlerinin yanında özel hayatıyla da dikkat çeken bir isim olmuştur Johnny Depp. Sevgilileri, kavgaları ve asi duruşunun yanında Venessa Paradis'den iki çocuğu olan naif de bir babadır aynı zamanda. Jack Sparrow kostümleriyle hasta çocukları ziyaret etmiş, onlarla vakit geçirip fotoğraflar çektirmiştir ve kızının hayatını kurtaran hastaneye milyon dolarlar bağışladığı söylenir.

Son günlerde oyunculuğu bırakacağı söylenen Depp'i daha uzun yıllar izlemeyi umuyor ve sonuna kadar hak ettiği Oscar'a en kısa zamanda kavuşmasını diliyorum. Tabi belki Oscar kazanıp kazanmamak zerre kadar umurunda da olmayabilir.

Kahve Diyarı Dergisi, Aralık-Ocak Sayısı, Sineprofil, Sayfa 72-77, 3 Aralık 2013

26 Aralık 2013 Perşembe

Avatar

Bir Film Hakkında Hiç Bu Kadar Konuşulmamıştı

2009 yılı, sinema tarihi açısından çok önemli bir yeniliği barındıran bir sene oldu. Yönetmen James Cameron, üzerinde 11 yıl çalıştığı Avatar filminin çekimlerini özel olarak üretilen üç boyutlu kameralarla yaptı ve üç boyutlu filmler hayatımıza girdi. Üç boyutlu filmlerin gördüğü ilgi film yapımcılarının iştahını kabarttı ve daha düşük bir maliyeti olan 2D olarak çekilip sonradan 3D ye dönüştürülen filmler hatrı sayılır bir sayıya ulaştı.

Filmin konusu aslında yabancı değil. Benzerlerine birçok filmde rastladığımız sömürgecilik eleştirisini barındıran filmde bu kez olaylar günümüzde değil gelecekte ve bambaşka bir yerde geçiyor.

Dünyadaki yer altı kaynakları her geçen gün azalmaktadır. Askeri bir şirket, yeni kaynaklar peşindedir ve Pandorra adındaki gezegenin yer altı kaynakları kendilerine oldukça çekici gelir. Pandorra'da Na'vi denilen insanımsı mavi yaratıklar yaşamaktadır fakat insan biyolojisi Pandorra'da yaşamaya müsait değildir. Bu yüzden ordu Avatar ismini verdikleri yeni bir projeyle insanların Na'vi bedenindeki suretlerini Pandorra'ya gönderir.


























Bu projede Avatar olarak kullanılan Jake Sully'nin ağabeyi ölünce, ağabeyiyle aynı biyolojik yapıya sahip Jake'ten projeye dahil olması istenir. Jake bir savaş gazisidir ve belden aşağısı tutmuyordur fakat Avatar projesiyle beyin fonksiyonları kullanılarak yaptığı Pandorra yolculuğunda bütün bedeni sağlıklıdır. İlk başlarda gönderiliş amacına hizmet eden Jake, Prenses Neytiri'ye aşık olur. Zamanla kendinin Pandorra'ya ait olduğunu hisseder. Kendi geleceği ve Pandorra'nın akıbeti açısından çok önemli bir tercih yapmak zorunda kalır.

Filmin konusundan çok seyirciyi etkileyen bir durum varsa o da bizlere yaşattığı görsel şölendi. Allien, Terminatör, Titanic gibi gösterime girdiği döneme damgasını vuran ve gişede büyük başarılar kazanıp birçok ödül toplayan filmlerin yönetmeni James Cameron adeta önümüze kanlı canlı bir cennet sunuyordu. Pandorra dünyada görülmemiş ve görülemeyecek bir tasarıma sahipti. Tabi bu tasarım için kesenin ağzını sonuna kadar açması gerekti ve 250 milyon dolardan daha yüksek bir bütçeyle çekildi.

35.000.000.000.000 renk (ben yazarken zorlandım okuyamayanlar için otuz beş trilyon) kullanılan teknoloji sayesinde yüksek çözünürlüklü üç boyut deneyimi yaşamamızı sağladı.

Başrollerinde Sam Worthington (Jake Sully) ve Zoe Saldana'nın (Prenses Neytiri) bulunduğu film rekorlara imza attı. 1997 yılından beri, yine James Cameron imzalı Titanic filminin on iki senedir elinde bulundurduğu en çok gişe hasılatı elde eden film rekorunu darmadağın etti.



2010 Oscar töreninde çoğu kesim Avatar'ın yeni bir rekora imza atacağını düşünüyordu ancak Akademi üyelerinin yıllardır yaptığı "Amerika'nın uyguladığı dış politikadaki yanlışları örtbas eden, haklı gösteren filmlere uygulanan kayırma" durumu gerçekleşerek En İyi Film Oscar'ını James Cameron'ın eski eşi olan Catherine Bigelow'un yönettiği Amerikan askerinin Irak'ta çektiği sıkıntıyı konu edinen Hurt Locker filmine verdiler.

Kahve Diyarı Dergisi, Ekim-Kasım Sayısı, Sinearşiv, Sayfa 72-75, 9 Ekim 2013